Hazret-i Ali “radıyallahü anh” vefat edince, namazını kılıp, nurlu kabrine defnettiler. 
 
Mübarek oğulları hazret-i Hasan ve hazret-i Hüseyin “radıyallahü teâlâ anhüma” definden dönerken, bir viranelik içinde insan iniltisi duydular.  
 
Sesin geldiği tarafa yaklaştıklarında, hasta bir kimse ile karşılaştılar.  
Yaşlı, garip ve fakir biriydi. 
 
Haline acıyıp sordular: 
- Amca, niçin ağlıyorsun? 
- Sormayın, derdim büyük. 
 
- Nedir derdin?  
- Ah evlatlar, ben birini merak ediyorum. Bir senedir, biri gelip bütün ihtiyacımı görüyordu. Bugün gelmedi. Ben onsuz ne yaparım? 
 
Sordular: 
- Kimdi o şahıs? 
- Bilmiyorum. 
 
- İsmi neydi? 
- Onu da bilmiyorum. Bir gün sordum, söylemedi. Israr ettiğimde, “Ne yapacaksın ismimi. Ben Allah için sana hizmet ediyorum. Mükafatını da Ondan bekliyorum”, dedi. 
 
İyice merak etmişlerdi. 
 
Sordular: 
- Peki nasıl biriydi? Tarif et bize. 
- Ben a’mayım çocuklar. Onun için tarif edemeyeceğim. Ama çok mübarek bir zattı. Devamlı Rabbini zikrediyordu. 
 
- Seninle konuşmaz mıydı? 
- Konuşurdu. Benimle olduğuna memnun olduğunu söyler ve “Fakir, fakirlerle oturur, garip de gariplerle” derdi. 
 
Daha başka hallerini de anlatınca, iki kardeş ağlamaya başladılar. 
 
Bu defa fakir merak etti: 
- Siz niçin ağlarsınız? 
- Senin tarif ettiğin kişi, bizim babamızdır amca. O kişi Ali bin ebi Taliptir “radıyallahü teâlâ anh”. 
 
- Peki ne oldu ona, neden gelmedi bugün? 
 
Ağlayarak cevap verdiler: 
- Bu sabah vefat etti, deyince; 
 
Fakir bir “Ah!” çekip yalvardı: 
- Ne olur gençler, beni onun kabrine götürün. 
 
Götürdüler. 
 
Mezar başında açtı ellerini: 
- Ya ilahi! Beni, bu kabir sahibine kavuştur. Ben Onsuz yaşayamam, diye yalvardı. 
 
Duası anında kabul oldu. 
Oracıkta vefat edip, hemen yakınına defnolundu.
   |