Abdülvehhab-ı Åžarani hazretleri “rahmetullahi aleyh” ÅŸöyle anlatıyor:
Bir yaz günüydü.
Bir Allah dostunu ziyarete gitmiÅŸtim.
O zamanlar henüz gençtim. Yanına girince, selam verdim.
Selamımı aldı.
Sonra yüzüme bakıp sordu:
- Adın nedir?
- Abdülvehhab efendim.
- Abdülvehhab mı? Ben de yıllardır seni görmek istiyordum. İyi ki geldin, buyurdu.
Sonra kalkıp kucakladı beni.
Ve elimi tutup öyle sıktı ki, sanki mengeneye sıkışmıştı elim.
Bunu neye borçlusunuz?
Merakla sordum:
- Çok büyük kuvvete sahipsiniz efendim. Halbuki yaÅŸlısınız da. Bunu neye borçlusunuz?
- Bak evlat, dedi. Bu kuvvet, tâ gençliÄŸimden beri aynıdır. Bunu helal yemeye borçluyum.
- Yaşınız kaç hocam?
- Yüzkırküç yaşındayım. Ama haramdan tek bir lokma girmedi kursağıma.
Nasihat istedim kendisinden.
- Âh oÄŸlum, dedi. Bu zamanda kötü olmuÅŸ insanlar. Helal-haram demeden, ne bulsa yiyorlar. İnsanlar arasından sevgi kalmamış. Haramlar, âdet olmuÅŸ.
Önce ilmihalini öÄŸren
Åžöyle devam etti:
- Bir bela karşısında, tevekkül yok. Sabır yok. Dinin emirlerine karşı sanki kör ve sağır olmuÅŸlar.
Sordum:
- İyi insan nasıl olur efendim?
Buyurdu ki:
- İyi insan en önce ilmihalini öÄŸrenir. Sonra bu öÄŸrendiklerine göre amel eder. Günah iÅŸlerse, üzülür, kalbi yanar. Artık onu unutmaz tâ ölünceye kadar.
Ve ekledi:
- Bir iyi iş yapsa, kusurlu, noksan bulur. Ve artık onu hatırlamaz, unutur.
|