KASIM BİN MUHAMMED
rahmetullahi aleyh
Tâbiînin büyüklerinden, Medîne-i münevveredeki yedi büyük âlimden biri. İnsanları Hakk'a dâvet eden onlara doÄŸru yolu gösterip, hakîkî saâdete kavuÅŸturan ve kendilerine "silsile-i âliyye" denilen büyük âlim ve velîlerin üçüncüsüdür. Babası Muhammed, hazret-i Ebû Bekir'in oÄŸludur. Annesi Sevde, Yezdücerd'in kızı olduÄŸundan, İmâm-ı Zeynel-âbidin ile teyze çocuklarıdır.
Hazret-i Osman'ın hilâfeti zamânında 640 (h. 19) senesinde doÄŸdu. BaÅŸka târihlerde doÄŸduÄŸunu bildiren rivâyetler de vardır. Babası Mısır'da ÅŸehid edilip küçük yaÅŸta yetim kalınca, halası ve Peygamberimizin mübârek hanımı hazret-i ÂiÅŸe'nin yanında büyüdü.
Kasım bin Muhammed, Mekke ile Medîne arasında Kudeyd denilen yerde 725 (h. 106) senesinde vefât etti. Vefâtından önce gözlerini kaybetti. ÖleceÄŸini anlayınca oÄŸluna; "Beni üzerimde bulunanlarla kefenleyin" dedi. O sırada üzerinde gömlek, peÅŸtemal ve cübbe vardı. OÄŸlu; "Babacığım bunu iki katına çıkarsak olmaz mı?" diye sorduÄŸunda, "Dedem Ebû Bekr de böyle üç parça bir kefene sarılmıştı. Bizim için ölçü onlardır. Bu kadarı kâfi, sonra dirilerin yeni giyeceklere ölülerden daha çok ihtiyacı var" buyurdu.
Medine ÅŸehrindeki yedi büyük âlimin,
Biri ve büyüÄŸüdür hem dahi tabiinin.
Ebu Bekri Sıddık’ın torunudur ki bu zat,
Ondan yayılıyordu her ilim ve füyuzat.
Ne zaman ki babası vefat etti şehiden,
Yetim kaldı o vakit, hem yaşı küçük iken.
Ve yanında büyüdü hazret-i AiÅŸe’nin.
Halası oluyordu zira o, bu kimsenin.
Sahabe-i kiramdan yetiÅŸip bir çoÄŸuna,
İslam ilimlerine, oldu vakıf, aşina.
Tasavvuf ilminde de mütehassıs idi tam.
Resulün saçtığı nur, onunla etti devam.
Hazret-i Ebu Bekri Sıddık’tır ki dedesi,
Onda toplanmış idi marifetlerin hepsi.
Yani Resulullahın mübarek kalblerinden,
Çıkan nurlar, hep ona akmış idi kâmilen.
Hem de, Resulullahın, Peygamberliğe ait,
Görevlerinden biri, ÅŸu idi ki o vakit,
Kur'an-ı kerimdeki manevi ilimleri,
Hak teâlâya ait çok yüksek bilgileri,
Sahabe-i kiramın istidadına göre,
Akıtmaktı, o nurlu, seçilmiÅŸ gönüllere.
İşte, Resulullahın mübarek kalbindeki,
Yüksek marifetlerden var idiyse her ne ki,
Hepsini akıtmıştır Ebu Bekrin kalbine.
O da verdi Selman-ı Farisi’nin kalbine.
Selman-ı Farisi de, bu nurları alarak,
Kasım bin Muhammed’e aktardı tam olarak.
O da, Resulullahın kalbinden çıkıp akan,
Kalbden kalbe geçerek, kendisinde toplanan,
Bu nur ve feyizleri, olduÄŸu gibi yine,
Akıtmıştır Cafer-i Sadık’ın kalblerine.
Bu nur ve bu feyizler, tâ kıyamete kadar,
SeçilmiÅŸ olanların kalbinden böyle akar.
Böyle yüksek bir âlim idi ki, buna raÄŸmen,
Yine de tevazuyu bırakmazdı elinden.
Dinin her ahkamını, gayet iyi bilse de,
Konuşmaya korkardı bir dini meselede.
Ona, dini mesele sorulsa idi eÄŸer,
(Pek iyi bilmiyorum) der idi çoÄŸu sefer.
Bu zat buyuruyor ki: (Sahabe-i kiramdan,
Bir kimsenin gözleri, a’ma oldu bir zaman.
Ziyarete gittiler onu teselli için.
O zat, ÅŸöyle diyordu hiç de üzülmeksizin:
(Ben, Peygamberimizi görmek için sadece,
Gözümün görmesini isterdim daha önce.
Lakin bulunmayınca bu dünyada O artık,
Ne kıymeti vardır ki, gözlerim olmuÅŸ açık.
Göremedikten sonra Sevgili Peygamberi,
Arzu etmem, gözlerim, görsün baÅŸka ÅŸeyleri.
Ve hatta Tübale’nin ceylanlarında olan,
Güzel gözleri bile, istemem vallah ÅŸu an.
Yani a’ma gözlerim, açılsa ÅŸu an dahi,
Bu sebep iledir ki sevinemem vallahi.) |